TARİKAT DÖNEMİ 2 :
Baba Kemâl Cündî, Necmeddin Kübrâ'nın hâlifelerinden ve Buhara yöresini aydınlatan gönül erlerindendir. Sa'deddin Hamevî (ö.650/1252) de Necmeddin Kübrâ'nın halîfelerindendir. Şeyh Aziz Nesefî (ö.700/1300) de Sa'deddin Hamevî'nin yetiştirdiklerindendir. el-Maksadü'l-Aksâ ve el-Mebde' ve'l-meâd" adlı eserlerin müellifidir.
Ehl-i sünnet tasavvufu bir yandan gelişip kurumlaşırken, bir yandan Kalenderî, Hayderî gibi şîa fırkalarının tasavvufî örtü ile faaliyet gösterdiği görülmektedir. Özellikle Horasan bölgeleriyle Yemen taraflarında şîa nüfûzu altındaki yerlerde Hasan Sabbâh adlı sapığın geliştirdiği bâtınîlik cereyanı ile İhvân-ı Safâ örgütünün teşkilatlandığı yıllar bu döneme rastlar.
Tasavvufun tefekkür tarafını oluşturan "vahdet-i vücûd" inancının Arap, İran ve Türk mutasavvıf ve şâirlerince en sistematik şekilde terennüm edildiği yıllar yine bu yıllardır. Ömer Hayyâm, Ebu'1-Âlâ el-Maarrî, Ferîdüddîn Attâr, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Hafız bu devrin aşk şâirleridir.
XIII. Asr'a kadar Kur'ân, sünnet ve büyük sûfîlerle velîlerin görüşleriyle teyid edilen tasavvufî düşüncelerin bu asırdan îtibâren artık yavaş yavaş felsefî bâzı kavramlarla îzah edilmeye başlandığı da görülmektedir. Varlık, Allâh ve insanın hakîkati gibi konular, bu yıllarda tartışma zeminine girmiştir.
XII. ve XIII. asır Moğol istilâsının İslâm dünyâsını tedricen doğudan batıya Mâverâünnehir'den Anadolu içlerine doğru kasıp kavurduğu bir dönemdir. Nitekim Cüveynî Târih-i Cihângûşâ adlı eserinde Moğol istilâsını şöyle anlatır:
"Geldiler, yakıp yıktılar, öldürüp astılar ve defolup gittiler."
Böyle bir siyasî ve içtimaî bir ortam, ilim dünyâsının belli ölçüde gerilediği bir dönem olmakla berâber, münferid de olsa, değerli ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların yetiştiği dönem olmuştur. Tasavvuf bir hâl ilmi olmakla birlikte, bu dönemde belli yazılı eserler muvâcehesinde talim olunan bir ilim hâline gelmiştir. Bu dönemde kaleme alınan İbn Arabi'nin Füsûs'u, Konevî'nin ona yazdığı Fükûk'u, Fahreddin Irâkî'nin Lemeât'ı, İbnü'l-Fârid'in (ö.632/1234) "Dîvân" ı tefekkür tarafı ağır basan, tasavvuf düşüncesini zengin kavramlarla açıklayan eserler olarak ilgi çekmektedir.
Bu dönemde hankâh ve dergâhların öneminin arttığı; köyler ve en küçük yerleşim bölgelerine varıncaya kadar yaygınlaştığı görülmektedir. Tarîkat ve şeyhlerin sistemli bir şekilde organizasyonunun bu dönemde başladığı söylenebilir. Nitekim Şihâbüddin Sühreverdî'nin devrin halîfesi tarafından Bağdad'da "şeyhler şeyhi" olarak görevlendirilmesi ve ayrıca Fahreddin Irâkî'nin Mısır'da Memlûk sultanı tarafından "Mısır'ın şeyhler şeyh"i olarak tayin edilmesi bunu gösterir.1
Dergâhlar bir eğitim yeri olarak mürîdlerin ahlâken yetiştirildiği; mürşidlerin irşad için hazırlandığı mekânlardır. O günün şartlarında dergâhlardaki eğitim ve öğretim hizmetleri, nazarî ve aklî olmak üzere iki yolla yapılmaktaydı. Nazarî olan eğitim daha çok mürşidlerin mürîdlere yaptığı nasihat, öğüt ve uyarılardan ibâretti. Amelî eğitim riyâzet, itikaf, nâfile oruç ve namaz, kırk gün süreli halvet ve çile türü şeyler ile semâ ve zikirden ibâretti.
Evhadüddin Kirmânî (ö.635/1237) ve Sadreddin Konevî (ö.673/1274) bu dönemin önde gelen sûfîleridir. Konevî, İbn Arabî'nin talebesi ve muakkıbı sıfatıyla onun fikirlerini yaymış ve Miftâhü-l Gayb, en-Nusûs, el-Fukûk ve en-Nefâhatü-l ilâhiye gibi eserler kaleme almıştır. Mevlânâ ile arkadaşlıkları bulunan Konevî'nin Müeyyedüddin Cündî ve Abdürrezzak Kâşânî gibi talebeleri vardır.
Mevlânâ'nın müritlerinden Hüsâmeddin Çelebi (ö.687/1288) bu devrin namlı mutasavvıflarından olup Mevlânâ'nın Mesnevî'sine ilham kaynağı saydığı bahtiyar sûfîdir. Sultan Veled, Mevlânâ'nın oğludur ve Hüsâmeddin Çelebi'nin vefâtından sonra babasının yerine postnişin olmuştur.
Şihâbüddin Sühreverdî'nin yetiştirdiklerinden Şeyh Sâdî Şirâzî (ö.691/1292) bu asrın mûteber sûfî şâirleri arasında yer alır.
2. M. XIV. ve XV. Asırlarda Tarîkatlar
XII ve XIII. asırlarda tarîkatların kurulup tasavvufî irfânî eserlerin telif edilmesinden sonra, gerek sasyal hayatta, gerekse devlet ricâli nezdinde belli bir konuma erişmiş bulunuyordu. Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselme devrine rastlayan XIV-XV. asırlarda tasavvuf ve tarikatler en nüfuzlu dönemini yaşıyordu. Bu asırda Anadolu'da varlığını hissettiren esnaf ve sanat erbâbından kişilerin meydana getirdiği tasavvufî kurumlardan biri de Ahîlik idi. Ahîler silsilelerini Hz. Ali (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.s.s.)'e dayandırırlar ve fütüvvet ehli diye anılırlar. Diğer tarîkatların hırkasına mukâbil "fütüvvet şalvarı" giyerler. İçlerinde pek çok münevverin de bulunduğu bu teşkilatın sâdece esnaf topluluğu olmayıp aynı zamanda tasavvufî karakterde bir teşkilat olduğu da görülmektedir.
Ahîlerin Anadolu'ya yayılmaları Abbâsîlerin son devirlerine rastlamaktadır. Diğerleri gibi fütüvvet erbâbı ahîlerin de Anadolu'ya gelişinde Moğol istilâsının büyük tesiri olmuştur. Fakat ahîler bu göç sayesinde hem sahalarını genişletmiş, hem de nüfûzlarını kuvvetlendirmiş oldular.
İbn Batuta'nın Seyâhatnâme'sinde, Sultan bulunmazsa şehrin ahîsinin hâkim olup padişah gibi hüküm sürdüğünü ve gelip gidenlere ihsânlarda bulunduğunu kaydetmesi, ahîlerin tesir ve nüfûzunu göstermesi açısından önemlidir.
Bu devirde pekçok ahî reisinin köylere yerleşerek inşâ ettikleri zâviyeler sayesinde memleketin imar ve iskânı ile dînî tebliğ ve irşad işlerinde hizmet gördükleri bir vâkıadır.
Âşıkpaşazâde'nin Rum erenleri dediği ve Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Baciyân-ı Rûm ve Gâziyân-ı Rûm diye dörde tasnif ettiği gruplardan Gâziyân-ı Rûm, fütüvvetin seyfî kolu olarak mütalaa edilebilir.
Ahîlerin yanısıra "dâru'l-cihâd" olarak bilinen Anadolu'ya Türkmen babaları ve Ortaasya, Harezm, Horasan havâlisinden Yesevî dervişleri de gelmişlerdir.
Bâbâî hâlifelerinden olduğu rivâyet edilen Hacı Bektaş Velî (XIV. asır), Horasanlı bir Türk olup kendi adına muzaf tarîkatın pîridir. Aşıkpaşazâde, Hacı Bektaş Velî'nin Horasan'dan geldiğini, Menteş adındaki bir kardeşini de berâberinde getirdiğini, niyetlerinin "Baba İlyas"ı görmek olduğunu ve bu maksadla Kırşehir ve Kayseri'ye gittiklerini, Menteş'in bilahare Sivas'a gidip orada şehid olduğunu anlatmakta ve Hacı Bektaş Velî'nin Osmanlı hânedanından herhangi bir kimse ile görüşmediğini belirtmektedir.
Hayâtı daha sonra gelen mensuplarınca iyice menkıbeleştirilen Hacı Bektaş Velî'nin kurduğu tarîkatın mensuplarının Osmanlılar devrinde Yeniçeri ocağının teessüsündeki hizmetleri ise ayrıca kayda değer.
Sûfîlerin halk üzerindeki nüfûzu, hükümdarlarda ve devlet ricâlinde zâten mevcud olan tasavvuf merakını ve mutasavvıfeye karşı temayülü daha da artırdı.
Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluşunda medresenin yanında bir tekkenin tesis edilmiş olması ve Dursun Fakih (ö.726/1326)'le berâber Şeyh Edebâli (ö.726/1325)'nin bulunması devletin kuvvetler dengesine atılmış âhenkli bir adım mesâbesindeydi.
Şeyh Edebâli, nüfûzlu bir ahî şeyhi olmasının yanısıra, Osman Gâzi (680/1281-726/1326)'nin kayınpederi bulunuyordu. Târihler onun davarı, nîmeti çok, misafirhânesi dolup taşan zengin bir şeyh olduğunu kaydetmektedir. Neşrî'nin Şeyh Edebâli'nin oğlu Mehmed Paşa'dan naklettiğine göre, bu şeyhin mürîdlerinin Osmanlı Ülkesi'nde sâhip oldukları mevkîler pek yüksektir. Meselâ Bursa fethinde Sultan Orhan'a yoldaşlık eden Ahî Hüseyin, Şeyh Edebâli'nin kardeşi Ahî Şemseddin'in oğlu olduğu gibi Ahî Hasan, Ahî Mahmud ve Çandarlı Kara Hâlil (ö.789/1387) gibi devlet ricâli arasında pek çok ahî vardı.
Taşköprülüzâde (ö.968/1560) ile Âşıkpaşazâde (ö.908/1502), Osman Gâzi devrinde sûfîyeden Şeyh Muhlis Baba (ö.700/1301), Edebâli (ö.726/1325), Şeyh Âşık Paşa (ö.733/1334), Elvan Çelebi (Âşık Paşa'nın oğludur.), Ahî Hasan Çelebi ve Baba İlyas Çelebi ve Baba İlyas Acem gibi azizleri zikretmektedir.
___________
1. bk. Nefahât Tere. s.673
|