TASAVVUFUN TÂRİFİ VE KAYNAĞI ..:: 4 ::..:
Ondaki rûhî kemâl, Allâh sevgisiyle birlikte Allâh'tan sakınmayı gerektirecek ölçüdeydi. Nitekim: "Ben içinizde Allâh'tan en çok korkanınızım. O'ndan en çok sakınanınızım."55 buyururdu. Ancak ondaki bu korku, sevgi karışımı bir korkuydu. Tasavvufta "heybet" diye anlatılan sevgi ve korku hislerinin berâber bulunması hâli, Allâh Rasûlünde en üst seviyedeydi. Ondaki Allâh sevgi ve korkusu sebebiyle O, görenler ve dinleyenler üzerinde son derece etkili bir iz bırakırdı. Hattâ bir hadîs-i Şerîfte: "Ben, düşmanlarımı bir aylık mesafeden korkutacak bir rûhî güçle mücehhez kılındım."56 buyurmuştu. Hz.Ali'nin ifâdesine göre O'nu ilk görenin kalbine heybet hissi dolardı. Fakat O'nu tanıdıktan sonra insanın gönlünde samîmî bir muhabbet peyda olurdu. O'nu görenler arasında mehâbetinin etkisinden titreyenler olur, O: "Korkma, ben Kureyş'ten, güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum."57 buyurarak karşısındakini rahatlatırdı.
O'na bakan yüzünü ayıramaz, O'nun yüzündeki nûrânîlik ve rûhânîlik pek çok kimseye: "Bu yüzün sâhibi yalancı olamaz."58 dedirterek müslüman olmalarına sebep olurdu.
O'nun rûhânî ve nûrânî etkisi sohbet sırasında sahâbîler üzerinde de tesirini gösterir, huzurunda bulunanlar, rûhların melekûtî âlemlere yükseldiğini hissederlerdi. Nitekim Hanzala (r.a,): "Yâ Rasûlallâh, senin sohbetinde bulunduğumuz zaman dünyâdan soyutlanarak mânen yükseliyoruz; Cennet ve Cehennemi görür gibi oluyoruz. Bütün dünyevî emellerden sıyrılıyoruz. Fakat âilelerimize ve işlerimize dönünce durum değişiyor." deyince Efendimiz (s.a.s.): "Yâ Hanzala! Sizler benim yanımdaki vecd ve heyecanınızı muhafaza edebilseniz, meleklerin sizinle yolda musafaha ettiğini görürdünüz."59 buyurdu.
O'nun sohbetinin rûhlarda meydana getirdiği tesir sebebiyle, hadîs kitaplarında sahâbîlerin O'nu dinlerken "Sanki başlarına kuş konmuş da onu kaçırmamak için hiç kımıldamadan pürdikkat kesildikleri."60 rivâyet edilmektedir.
Allâh Rasûlü'nün vecd hâlini anlatan son bir rivâyete yer vermek, tasavvuftaki vecd ve cezbe hâlinin Hz. Peygamber'deki örneğini göstermek açısından ilginçtir:
Anlatıldığına göre, Hz. Peygamber'e bir gün bir hâl arız olmuş, kendinden geçerek çevresinde olanlardan soyutlanmıştı. Bu hâlde iken Hz. Âişe yanına girdi. Ve Hz. Peygamber ona: "Sen kimsin?" diye sordu. Âişe (r.a.): "Âişe," cevâbını verince Allâh Rasûlü: "Âişe kim?" dedi. Hz. Âişe: "Sıddîk'ın kızı." karşılığını verdi. Bu sefer Efendimiz: "Sıddîk Kim?" diye soruyu yenileyince Âişe anamız: "Muhammed'in kayınpederi." dedi. Tekraren: "Muhammed kim?" diye sorulunca Hz. Âişe, Allâh Rasûlü'nün bir başka âlemde olduğunu ve sükût etmesi gerektiğini anladı ve başka soru sormadı.
Allâh Rasûlü, çevresindeki ashâbına rûhânî bir hayât yaşatırdı. Sahâbîler O'nun sohbetlerindeki bu dînî his, heyecan, aşk, vecd ve istiğrak duygularını hâl yoluyla kendilerinden sonrakilere nakletmişler ve bu hayât kaybolmadan günümüze kadar gelmiştir. Rûhânî hayâtı, yazılı ve sözlü olarak anlatım mümkün olmadığı için gönülden gönüle, kalbden kalbe aktarılagelmiştir. "Mümin mü'minin aynasıdır."61 hadîsinde anlatıldığı gibi, hâllerin ve duyguların eğitimi in'ikâs yoluyla berâber ve bir arada bulunmak sûretiyle olur. O'nun bu rûhânî ve ahlâkî sıfatlarının mânevî in'ikâs yoluyla devam etmesi sebebiyle Allâh Teâlâ: "Biliniz ki, Allâh'ın Rasûlü aranızdadır." 62 "Sen onlar arasında bulunduğun sürece Allâh onlara azâb etmez."63 buyurmaktadır. Bu âyetlerde anlatılan Allâh Rasûlünün Asr-ı saâdetten sonra ümmetle berâberliği ve aramızda bulunuşu mânevî ve rûhânîdir.
Âyet ve hadîslerde anlatılan, Peygamberimiz ve ashâbının yaşadığı rûhânî hayât, tasavvufî hayâtın temelini oluşturmuştur. Bu hayât, yaşanarak ve in'ikâs yoluyla, kalbden kalbe hâl yoluyla intikâl şeklinde gelmektedir. Zâhirî, ta'limî, aklî-mantıkî bir hayât değil, bâtınî, kalbî, keşfî ve rûhânî bir hayâttır. Tecrübe ve yaşama yoluyla intikâl ettiği için buna "İlm-i verâset" de denilir.
9. Tasavvuf bir bâtın ilmidir:
Tasavvuf, sûretten çok sîrete, kalıptan ziyâde kalbe, zâhirden çok bâtına önem veren bir ilimdir. Bu yüzden Bâzıları tasavvufu bu kalıplar içinde tanımlamak istemişlerdir.
Cüneyd Bağdâdî: "Zâhirine özen gösteren bir sûfî görürsen bilesin ki onun bâtını haraptır."
Zünnûn Mısrî: "Sûfî konuştuğunda hâline uygun söz söyleyen kimsedir. O kendinde bulunmayan bir şeyden bahsetmez. Dilini tutup konuşmayacak olursa muâmelesi hâlinin tercümanı olur, hâliyle dünyâdan kat'-ı alâka ettiğini anlatır."
Ebû Muhammed Murtaiş (ö.328/939): "Sûfî, himmeti adımını geçmeyendir." Zâhiri ve bâtını dengeli, olduğundan fazla görünmeyendir. Tasavvuf bir bâtın ilmidir. İnsanın bir maddî ve bir de mânevî yapısının olması, dînî emirler ve hükümlerle, dînî ilimlerin bir zâhirî ve bir de bâtınî tarafının bulunması sonucunu doğurmuştur. İnsanın dış organlarından sadır olan fiillerle, iç dünyâsından ve bâtınından sâdır olan fiiller birbirinden farklıdır. Bu yüzden ibâdet ve muamelâtın organlara âit kısmını ve uygulamasını inceleyen ilme "Fıkıh" adı verilirken ibâdet ve muamelât sırasında kalbte meydana gelen ihlâs, riyâ, huşû gibi mânevî ve kalbî fiilleri inceleyen ilme de "ilm-i fıkh-ı bâtın" ve "ilmü'l-kulûb" denilmiştir. Bütün amel ve ibâdetlerin zâhirî organlara âit bir kısmı bulunduğu gibi, bâtın ve kalbe âit tarafı da bulunmaktadır ki, ibâdetleri ibâdet yapan, amelleri sâlih kılan bu noktadır. Meselâ namazı ele alacak olursak, namazın dış organlara âit kıyam, kıraat, rükû ve sücûd gibi bir takım zâhirî farzları bulunduğu gibi, huşû ve ihlâs gibi kalbe âit farzları da bulunmaktadır. Namazdan beklenen mânevî kemâl ve kurtuluş, ancak bununla gerçekleşir. Nitekim: "Namazlarını huşû ile kılan mü'minler kurtuluşa erdi."64 buyurulmuştur. "Beni anmak; zihninden çıkarmamak (zikir) için namaz kıl!"65 âyetinde namazın asıl gâyesi olan zikr-i ilâhînin bâtınî ve daimî şekline işâret vardır.
Amel ve ibâdetlerin sıhhat derecesi, amellerin icrâsı sırasındaki niyetlerde bulunan ihlâsla alâkalıdır. Bu yüzden "Ameller ancak niyetlere göredir." buyrulmuştur. Kalbteki niyet hâlis olmadan yapılan amel ve ibâdet, zâhiren her ne kadar gerekli şartları taşısa da makbul sayılmaz. Ondan beklenen netîce hâsıl olamaz. Nitekim: "Namaza kalktıkları vakit, tenbel tenbel kalkarlar. İbâdetleriyle insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allâh'ı pek az anarlar."66 âyetinde anlatılan durum budur. Yine: "Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar, kıldıkları namazdan gafildirler."67 âyetinde huşûdan yoksun ve ihlâssız, gafletle yapılan en değerli ibâdetin faydasızlığından bahsedilmektedir. Bu durum, ibâdetlerin ancak kalb ölçüsüyle değerlendirilebileceğini gösterir. Nitekim bir hadîste, en makbul ibâdetlerden olan "ilim, cömertlik ve muhârebede öldürülme" gibi fiillerin sâhiplerinin ihlâssız amelleri sebebiyle cehennemi boylayacakları haber verilmektedir.68
Diğer ibâdetler için de durum aynıdır. Nitekim oruçtan gâyenin aç kalmak değil, takvâya ermek olduğunu, orucun farziyetini bildiren âyet69 belirttiği gibi, zekât, tezkiye ve arınma demektir. Bu arınma, hem malın arınması mânâsında maddî, hem de sâhibinin cimrilik ve benzeri kalbî marazlardan arınması anlamında mânevîdir. İnfakı anlatan âyetlerde de hedef hep rızâ-i Bârî; dolayısıyla mânevî ve kalbîdir. "Biz sizi ancak Allâh için yediririz, sizden bir teşekkür ve karşılık beklemeyiz"70 Cihad konusunda Allâh Teâlâ'nın "Nefslerinizle cihad ediniz."71 emrini, "canlarınızla cihada katılınız." mânâsında anlamak mümkün olduğu gibi, "nefislerinize karşı cihad ediniz." şeklinde anlamak da mümkündür. Çünkü nefs engelini aşamayan, Yâni nefsinin karşı koyma şeklindeki tepkisini yenemeyen kimse cihada nasıl katılabilir? Bu yüzden mutasavvıflar, nefs ile mücâhedeyi cihadın bir parçası saymışlar ve bu konuda: "Bugün küçük cihaddan büyük cihada; nefs ile cihada dönüyoruz."72 hadîsine istinad etmişlerdir.Yine Kur'ân'daki: "Ey mü'minler, sabredin, düşmana karşı hazırlıklı olun."73 âyetini sınırlarınızı korumak için nöbet tutun, şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, kalbî ve tasavvufî bir yaklaşımla "İçinizdeki düşman için de nöbet tutun; onu gözetim altında bulundurun ve bunun için de kalbî râbıtanız bulunsun." şeklinde anlamak da mümkündür. Çünkü Allâh Teâlâ âyetlerini ikişer mânâya gelebilecek şekilde indirdiğini haber vermektedir: "Allâh kelâmın en güzelini, çift manâlı bir kitap hâlinde indirmiştir ki, Rablarından korkanların bundan derileri ürperir."74
Mutasavvıflar, "Allâh size zâhir ve bâtın nîmetlerini bol bol verir."75 âyetinde geçen zâhirî nîmetlerin dış organlara Allâh'ın ihsânı olan tâatlar olduğunu, bâtınî nîmetlerin de kalbteki duygular ve mânevî hâller olduğunu belirtmektedirler.76
___________
55. Buhârî, Îmân 13; İ'tisam 27
56.Buhârî, Teyemmüm 1; Dârimî, Siyer 28
57.İbn Mâce, Et'ıme 30
58.bk. Tirmizî, Kıyâme 42; İbn Mâce, İkâme 174
59.İbn Mâce, Zühd 28; Müslim, Tevbe 12, 13
60.Buhârî, Cihad 37; İbn Hanbel, IV, 278
61.Ebû Dâvûd, Edep49; Tirmizî, Birr 18
62.el-Hucürât, 49/7
63.el-Enfâl, 8/33
64.el-Mü'minûn, 23/1-2
65.Tâhâ, 20/14
66.en-Nisâ, 4/142
67.el-Mâûn, 107/4-5
68.bk. Tirmizî, Zühd 48
69.bk. el-Bakara,2/183
70.el-İnsan, 76/9
71.et-Tevbe, 9/41
72.bk. Keşfü'l-hafâ, 1,424 (1362)
73.Âlü İmrân, 3/200
74.ez-Zümer, 39/23
75.Lukman, 31/20
76.bk. el-Luma', s.44
|