TASAVVUFUN TÂRİFİ VE KAYNAĞI ..:: 2 ::..:
2. Tasavvuf güzel ahlâktır:
İslâm'ın ahlâk nizamıyla ilgilenmesi, kötü huyları söküp atarak onun yerine güzel huyları yerleştirmeyi amaçlaması sebebiyle bâzıları tasavvufu bu şekilde tanımlamışlardır. İşte bunlardan bir kaçı:
Ebû Muhammed Cerîrî (ö. 311/923): "Tasavvuf, her güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır."
"Ebû Bekir Kettânî (ö. 322/933): "Tasavvuf ahlâktır. Ahlâkî açıdan senden üstün olan safâ ve mânevî temizlik açısından da üstündür."
Ebû Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlâktır."
Tasavvufun konusu "tahalluk ve tahakkuk"tur. Tahalluk, İslâm ahlâkını öğrenmek demek olduğuna göre, tasavvuf ile ahlâk içiçedir. Tasavvuf ıstılahları incelendiğinde özellikle "makâmât" olarak ifâde edilen kavramların sabır, şükür, rızâ gibi ahlâkî umdeleri ihtiva ettiği görülür. Ahlâkın İslâm'ın gerçekleştirmeyi amaçladığı en üstün değerlerden olduğu bilinmektedir. Nitekim Kur'ân'da: "Sen yüce bir ahlâk üzeresin."20 âyet-i kerîmesiyle Hz. Peygamber'in yüce ahlâkı öğüldüğü gibi bizzat kendileri de: "Ben başka bir maksadla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."21 buyurmuşlardır. Hz. Âişe vâlidemize Efendimiz'in ahlâkından sorulduğunda o: "O'nun ahlâkı Kur'ân'dı." diye karşılık vermişti. Hadîs, Siret ve Şemâil kitaplarında O'nun güzel ahlâkını anlatan özel bölümler bulunmaktadır.
O, güzel ahlâkının gereği olarak nefsi için kızmaz, intikam almaya kalkışmazdı. Nitekim Enes (r.a.): On yıl boyunca ona hizmet ettiğini ve bu süre içinde O'nun kendisine asla kızmadığını, bir işten dolayı azarlamadığını anlatırdı. O, rahmet peygamberiydi. Bu yüzden Uhud günü mübarek yanağı yarıldığında beddua etmesi istenmiş, O şu karşılığı vermişti: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim. Ben ancak dâvetçi ve âlemlere rahmet olarak gönderildim."22
3. Tasavvuf tasfiyedir, kalb temizliğidir:
Bâzı mutasavvıflar, safvet-i kalbe verdiği önemi nazar-ı îtibâra alarak tasavvufu bu şekilde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan bir kaçı şöyledir:
Bişr Hâfî (ö. 227/841): "Sûfî, kalbini Allâh için tasfiye edip tertemiz yapan kimsedir."
Ebû Saîd Harrâz (ö.277/890) "Sûfî, Allâh'ın, onun kalbini tasfiye edip nurla doldurduğu kimsedir. Böyle kalbine nur giren kimse zikr-i ilâhîden lezzet duyar."
Cüneyd Bağdadî (ö.297/909): "Tasavvuf Allâh'ın safâyı sana has kılmasıdır. Allâh'tan gayri her şeyden (mâsivâ) gönlü arındırılan kimse gerçek sûfîdir."
Tasavvuf târifleri içinde tasfiyeyi öne çıkaranlar, sayı bakımından diğerlerine nazaran daha çoktur. Kur'ân'da kalbin safvet (kalb-i selîm) ve kasvet şeklinde birbirine zıt iki vasfından bahsedilmekte, bunlardan biri övülürken, diğeri yerilmektedir. Övülen kalb, safvet özelliğine sâhip, içinde Allâh'tan başkasına yer olmayan "selîm kalb" tir. Nitekim: "O gün ne mal, ne evlât fayda verir. Ancak Allâh'ın huzuruna selim bir kalble gelenler müstesna."23 buyurulmaktadır. Kasvetli kalb ise günah lekelerine bulanmış, kirlenmiş ve kararıp katılaşmış kalbtir. "Allâh'ın zikrinden uzak kasvetli kalbe yazıklar olsun."24 Allâh Teâlâ, kararan katı kalbleri kayalara benzetir. "Sonra kalbleriniz katılaştı da katılıkta taş gibi oldu. Hattâ daha da ileri. Taşlardan öyleleri vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır."25
Kur'ân ve sünnette insanın kalbî amellerinin, organlarıyla yaptığı amellere üstünlük arzettiğini gösteren pek çok ifâdeler bulunmaktadır: "Allâh, sizin sûretlerinize ve mallarınıza değil, sîretlerinize, kalblerinize ve amellerinize bakar."26 "Haberiniz olsun ki insan vücûdunda bir et parçası vardır. O iyi ve sağlam olursa vücûd da iyi ve sağlam olur. Eğer o kötü olursa vücûdun tamamı kötü ve fâsid olur. Bilesiniz ki o et parçası kalbtir?"27 Demek ki kalbin salah ve safveti amellerin sonucuna da tesir ediyor. Bu yüzden Allâh Rasûlü bir seferinde eliyle kalbini işâret ederek üç defa: "Takvâ buradadır."28 buyurdu.
Kalbi takvâya götüren safvet, safveti sağlayan itminân, itminânı temin eden de nâfile ibâdet ve zikirdir. Çünkü kalb günah lekeleriyle karardığı gibi, tevbe, zikir ve nâfile ibâdetle arıtılır. Nitekim Kur'ân'da kalblerin zikir ve îmânla itminâna erdiğine işâret eden âyetler vardır: "Dikkat edin, kalbler ancak Allâh'ın zikriyle itminâna erer."29
Kalb tasfiyesi, nâfile ibâdet ve zikirle yapılan takvâ hazırlığıdır. Kalb tasfiye edilince, dâimâ iyiliğe meyleder bir duruma gelir ki, bundan sonra güzel huy ve ameller hiçbir zorlanmaya mahal kalmadan "refleks" hâlinde insanda yer eder. Ahlâkın esası da bu hâle ermektir. Böylece rûh sâfiyeti de tam bir tehzib sağlanmış olur. Zikrin kalb tasfiyesi ve mânevî kemâl konusundaki etkisi sebebiyle Muâz b. Cebel'in "En fazîletli amel hangisidir?" sorusuna Allâh Rasûlü: "Dilin, zikr-i ilâhî ile ıslak olduğu hâlde Allâh'a kavuşmandır."30 cevâbını vermiştir.
4. Tasavvuf tezkiyedir; nefs ile mücâhededir:
Bir takım sûfîler, tasavvufun nefsi eğitmek için kullandığı usulleri dikkate alarak bu ilmi böyle tanımlamışlardır.
Cüneyd Bağdadî: "Tasavvuf sulhu olmayan bir cenktir." derken tasavvufun durmadan, dinlenmeden nefs cihadını gerçekleştirmeyi amaçladığını belirtmektedir.
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'da Hz. Peygamber'in görevlerini sayarken bunlardan birinin "tezkiye" olduğuna işâret buyurmaktadır: "Allâh'tır, ümmîlere kendi içlerinden, onlara Allâh'ın âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen."31 Bu âyetteki tezkiyeden murad, mânevî arınmadır. İnsanları kötü huy ve alışkanlıklarından arıtmak, iyilik ve güzelliklerle bezemektir. Cenâb-ı Peygamber (s.a.s.)'e bir risâlet görevi olarak verilen tezkiye, aslında bütün müslümanlardan istenmektedir. Nitekim bir âyette: "Andolsun nefse ve onu yaratana. O, nefse kötülüklerini göstererek ondan kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden, arıtıp kötü huy ve sıfatlardan korunan kişi kurtulmuş, onu kirleten ise hüsrana uğramıştır."32
Tasavvuf tezkiyedir, fakat her tezkiye tasavvuf değildir. Bu yüzden tasavvufun emrettiği tezkiye, şeriatın hükümlerine uygun olan tezkiyedir. O da ittibâ ve imtisal ile olur. Yâni Allâh Rasûlüne uymak ve O'nu örnek almakla gerçekleşir. İttibâ bir sevgi ve muhabbet işidir. Nitekim Allâh Teâlâ: "De ki, eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana ittibâ edin ki, Allâh da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın."33 Tasavvuftaki tezkiye her türlü yabancı etkiden ve felsefe şâibesinden uzak nebevî bir tezkiyedir. Böyle bir tezkiye şüphesiz kalblerin Allâh'a, cisimlerin rûha, nefislerin ibâdete, cemiyetin ahlâka, âlimlerin Rabbânîliğe karşı zayıflayan bağlarını güçlendirir, sâhiplerini dünyâ ziynetine, mal ve evlâd fitnesine ve şehvet ihtirâsına karşı korur.
Nefs tezkiyesi denilen şey, nefsin riyâzat ve mücâhede yoluyla kötü sıfatlarının ortadan kaldırılmasıdır. "Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir."34 hadîsi gereği nefs düşmanından kurtulmaktır. Bu konuda ileride tasavvuf kavramları bölümünde "mücâhede ve riyâzat" kısmında bilgi verilecektir.
5. Tasavvuf, istikâmet; kitap ve sünnete sarılmaktır:
Şeriat ölçüleri dışına çıkan bir tasavvufî anlayışı İslâmî saymak mümkün değildir. Tasavvuf şeriata sımsıkı sarılmayı ve edep sınırını gözetmeyi öngörmektedir. Bu yüzden bazıları tasavvufu bu anlamda tanımlamaktadır. Nitekim Cüneyd Bağdâdî: "Tasavvufu toplu hâlde zikir, (Kur'ân'ı) dinleyip vecde gelmek ve (Kitap ve sünnete) ittibâ ederek ameldir." diye tanımlar.
Seriy Sakatî (ö.257/870): "Tasavvuf üç mânâyı kapsayan bir kelimedir. Mârifetin nûru, verâın nûrunu söndüremez. Tasavvuf, Kitap ve Sünnet'in zâhirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez. Kerâmetleri sûfîyi Allâh'ın yasak bölgesine girmeye (haramlarını helal sayıp onlara dalmaya) sevk etmez." der.
Cüneyd bir başka târifinde: "Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır." der. Ebû Hafs Haddâd (ö.265/878): "Tasavvuf edepten ibârettir . Her makamın, her hâlin ve her vaktin bir edebi vardır. Ancak buralardaki âdâba riâyet eden kimse ricâl sınıfına girer."
Tasavvuf, Kur'ân'daki "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol"35 âyetinde emredildiği şekilde, istikâmet üzere olmaktır. İstikâmet üzere olmanın zorluğuna işâret olmak üzere Efendimiz (s.a.s.): "Hûd sûresi beni ihtiyarlattı."36 buyurmuşlardır. Bu sûrenin özelliği istikâmet emreden âyetin burada olmasıdır.
Kitap ve sünnetin emrettiği istikâmetin gerçekleşmesini sağlayan en mühim faktör, edeptir. Çünkü Peygamberimiz, kendi edep ve istikâmetinin Rahmânî ve mevhibe-i ilâhî olduğunu ifâde buyurmaktadır. "Beni Rabbım te'dib etti de benim edebim ne güzel oldu."37 Mutasavvıfların, "sâhibini, utanılacak şeylerden muhafaza eden sağlam bir his ve irâde" olarak târif ettikleri edep, onların şerîat sınırlarını korumada önem verdikleri hususlardan biridir ve istikâmeti korumaya yarar.
___________
20.el-Kalem, 68/4
21.Muvatta', Hüsnü'1-hulk, 8
22.Müslim, Birr 87
23.eş-Şuarâ, 26/88-89
24.ez-Zümer, 39/22
25.el-Bakara, 2/74
26.Müslim, Birr 32
27.Buhârî, Îmân 39; Müslim; Müsâkat 107
28.Müslim, Birr 32
29.er-Ra'd, 13/28; ayrıca bk. en-Nahl, 16/106
30.Tirmizî, Deâvât 4
31.el-Cum'a,62/2
32.eş-Şems, 91/7-10
33.Alu İmrân, 3/31
34.Keşfü'1-hafâ, I,143 (412), Beyhakî'den
35.Hûd,ll/112
36.Tirmizî, Tefsir sûre 56
37.Keşfü'l-hafâ, 1,70(174)
|